16 Mart 2017 Perşembe

KÜÇÜK KARA BALIK, HİDÂYETNAME VE İRAN EDEBİYATI



KÜÇÜK KARA BALIK

"Onbirbindokuzyüzdoksandokuz küçük balık "iyi geceler" dileyerek yatmaya gitti. Büyükanne de uykuya daldı.ama küçük bir kırmızı balık ne yaptı ne ettiyse de uyuyamadı. Sabaha kadar denizi düşündü hep..." Küçük Kara Balık, Samed Behrengi (1939-1967)


İran edebiyatına dair ilk okuduğum eser, Samed Behrengi'nin Küçük Kara Balık hikayesiydi. Hikayeyle ilk karşılaşmam ise yıllar önce bir grup çocuğa rehberlik ederken gittiğim çocuk tiyatrosunda harika kostümlerle yapılmış müzikli oyununu izlememle olmuştu. Ben de çocuklar kadar eğlenmiştim. Bu hikayenin sonunun maceracı Küçük Kara Balığın Pelikan'a yem olduğu şeklinde kötü bittiğini zannediyordum. Meğer yanlış hatırlıyormuşum. Özellikle çocuk hikayeleri iyi sonla bitmeli. Gerçek hayatta yeteri kadar dram var zaten. Samed Behrengi çocuklar için halk masallarını kaleme alan Azeri Türkü bir öğretmendir ve ne yazık ki genç yaşta faili meçhul bir cinayete kurban gitmiştir. Semt kütüphanesinde İran'a dair okunabilecek kitaplar ararken yazarın iki hikaye kitabına rastladım. 

Beni en çok etkileyen öykülerinden biri olan "Uyku İle Uyanıklık Arasında 24 Saat" isimli öyküsü şu sözlerle başlar;
"Değerli okuyucu
"Uyku ile Uyanıklık" öyküsünü size bir örnek olsun diye yazmadım.
Amacım, kendi yurdundaki çocukları 
daha iyi tanıman
ve sorunlarına çare aramandır."

Çocuk Latif'in para kazanmak için annesi ve iki kardeşini şehirde bırakıp babasıyla Tahran sokaklarında seyyar satıcılık yaparak, şehrin kenarında yaşamaya çalışmasının, bir çocuğun yoksulluğunun, yokluklar içinde bile çocuk olmanın hikayesidir. Latif'in oyuncakçı vitrinindeki oyuncaklara olan hayranlığı, onlarla yarattığı hayal dünyası bana çocukluğumda kendi mahallemizde seyretmeye doyamadığımız oyuncakçıyı da anımsattı. Latif'in dramatik öyküsünden sonra Uldız ile Konuşan Bebek öyküsü de yalnız bir çocuğun zengin hayal dünyasının şölene dönüştüğü başka bir dramı anlatır. Samed Behrengi çocuklar için yazdığı öykülerde aynı zamanda büyüklere seslenerek, çocukların hayal dünyasının ne kadar zengin olduğunu göstermek ister gibidir. Okurken öykünün orta yerinde uzanıp bu iki garip çocuğu kucaklamak istedim. 

                                                             HİDAYETNAME


İran edebiyatına dair elime aldığım diğer bir kitap. Tahran'lı yazar Sadık Hidayet (1903-1951) tarafından kaleme alınmış öykü, inceleme, tiyatro oyunu ve kişisel mektuplarından oluşan yazılarının derlemesinden oluşmaktadır. Kitap İran'ın saygın ailelerinden birine mensup iyi eğitimli yazarın biyografisi ile başlar, ülkesinin sorunları ve yazarın kendi bunalımları arasında yaşanan bir ömrü anlatır. S. Hidayet'in ülkesinin sorunlarına, insan olmaya, insanca yaşamaya dair çabaları, kimi zamanda çaresizlikleri vardır.

Hidayetname "Bir Eşeğin Ölüm Vakti Hal Diliyle Söyledikleri" ile başlayan kısa hikayesinde; ah bir dili olsa da konuşsa denilen, insanoğlu tarafından eziyet edilen zavallı bir eşeği konuşturarak, O'nun dilinden derdini anlatır: "Hayvanlara acımak temel olarak Doğu'da gelişen bir düşünce. Ayrıca, bütün peygamberler hayvanlara karşı zulmü yasaklamıştır. Okumuşlar, bilgeler, manevi değerler üzerine yazan yazarlar ve hatta şairler hayvan hakları konusunda birleşiyor. Örneğin Hakim Firdevsi, Allah ruhuna huzur versin, şöyle diyor: "Sırtında tohum taşıyan karıncaya işkence etme, çünkü o yaratık canlıdır ve hayat onun için tatlıdır." Ama bütün bu sözler, insanların acımasızlığını, sınırsız tamah ve hırsını önleyip sınırlayacak bir yasa olmadığı için, hiçbir sonuç vermedi..." "....Bu iki ayaklı yaratığın köleleştirdiği dilsiz bir hayvanın hayatının berbat sonucu bu..." Yazar, adaletsizliği, zulmü anlatırken bir yandan da ölüm düşüncesine takıntılıdır, bu düşünce Sasan Kızı Pervin, Ölüm, Sampinge ve Aysar öykülerinde kendini gösterir. Diğer yandan sizi 1932 yılının İsfahan şehrine doğru bir gezintiye götürürken, bir başka yazısında İran halk yaşayışında yer alan düğün, dernek ve halk inanışlarını detaylı olarak anlatır.

Kitabı okurken zaman zaman ara verip, yazıda bahsedilen İsfahan şehrine ait yerleri incelemeye koyuldum, yazarın alıntılarının peşinden gidip Mevlâna'ya ilham olmuş Ömer Hayyam'dan ilham almış Feridüddin Attar'ın Esrarnâme'sine ulaştım. Kitapta Kafka'nın Mesajı, (Peyami Kafka) başlığı ile yer alan inceleme Sadık Hidayet'in ömrünün son yıllarında yazdığı (1948) eserlerinden biri olup Kafka'nın eserlerinde var olan ruh halini anlatır. Satır aralarında Hidayet'in insanın yaşamdaki yerine dair sorgulamalarına da tanık olursunuz;

"...İnsanoğlu yapayalnız ve korumasız. Adı sanı belli olmayan, kendi yurdu olmayan uyumsuz topraklarda yaşıyor. Kimseyle bir ilişki, gönül bağlılığı kuramıyor. Kendisi de biliyor bunu. Bakışlarından belli çünkü. Bir şeyleri örtbas etmek, kendini kandırmak istiyor. Diyelim ki kişiliği ifşa oldu; biliyor ki ortada bir şeyi yok. Hatta düşüncelerinde, davranışlarında bile özgür değil. Başkalarından çekiniyor; aklamak istiyor kendisini. Bir delil uyduruyor; delilden delile atlıyor. ama delilinin tutsağı oluyor. Çünkü etrafına örülen çitten dışarı atamıyor adımını. 
   
Önümüze sayısız tuzaklar kurulmuş bir dünyada kaybolmuş gitmişiz. Tek rastladığımız şey saçmalık. Bu da korkuyu, ürküntüyü doğuruyor. Bu topraklarda kentlere, insanlara, ülkelere ve zaman zaman bir kadına rastlıyoruz. Ama sıkışıp kaldığımız bu koridordan başımız önde geçmemiz gerek. Çünkü iki yanımızda duvar ve burada her an yolumuzun kesilip tutuklanmamız mümkün..." 

Hak vermemek mümkün mü? Ve devam eder; "Başı zincire vurulmuş bir mahkûmiyet bizi izlemekte. Bize gösterilen yasaları tanımadığımız gibi bize yol gösterecek birileri de yok. Kendi işimizi kendimiz görmeliyiz. Kime sığınacak olsak "Sen miydin!?" deyip kendi yoluna gidiyor. Demek ki bilemediğimiz bir hata ettik ya da bildiklerimiz belli belirsiz şeyler. Bu bizim varlığımızın günahı. Dünyaya gelir gelmez yargılanırız ve tüm yaşantımız adaletin dişli çarkları arasından geçen bir dizi karabasana benzer. Sonunda ne şiddetli cezaya çarptırılırız ve boğucu bir gün ortasında kanun adına bizi tutuklayan kişi bıçağını saplar kalbimize; köpek gibi geberir gideriz. Cellat da suskundur, kurbanda. Bu içinde kişilikten eser bulunmayan bizim hayat kesitimizin alametidir ve yasası gibi alçakça, acımasızca görünür. Manzara yeterince korkunç olsa da, kalbimizden bir tek damla kan düşmez yere. Bıçağın ensemizdeki yeri bile zar zor seçilir. Günümüz insanı için tek kaçış yoludur yürek çarpıntısı. Yaşamı boyunca çarpıntısına ve nefes darlığına uğrayacaktır."

Kafkadan büyük bir hayranlıkla bahseder; "Kafka çok hızlı yazar. Tıpkı uyku ile uyanıklık arasında ki bir halde yazan Dostoyevski gibi O da öyküsünü bir gecede bitirir. Öykülerinde kılı kırk yarar; olanca dikkatini ve dürüstlüğünü sergiler. Verecek acil mesajı olduğu için yazar. "Kafka ne demek istiyor?" diye sormaya gerek yoktur. Söylediği anlatmak istediği şeydir.... "  Sadık Hidayet Paris'te kaldığı bir otel odasında intihar eder.(1951) Yazar hakkında yapılan yorumlarda Stefan Zweg etkisinde kaldığından bahsedilir ancak "Kafka'nın Mesajı" yazısında ele aldığı detaylı incelemede, sıklıkla hayatı boyunca kendini yok etmek için var olmuş bir Kafka'dan bahseder. Kimbilir belkide yazar kendini Kafka'nın yarım kalan öyküleriyle özdeşleştirmişti.

"Günümüzde insanlar hilesiz hurdasız adalete ve sağlam bir düzene susamıştır ve yeni gerçekleri dört gözle beklemektedir" (1948) Bugün şeriatla yönetilen İran'da Sadık Hidayet'in kitapları yasak. Sebebi intiharın islama aykırı olması. İran coğrafyasında yaşayan insanların acılarına dokunan öyküleri ile insanoğlunun zavallı, yardıma muhtaç bir canlı olduğunu anlatan Samed Behrengi ve Sadık Hidayet'in hayatlarının da tıpkı kitaplarında ki öyküler gibi dramatik bir şekilde bitmiş olması ne acı. İran'ın yetiştirdiği, insanlık için üzülüp, acı çekmiş iki koca yürek, başka başka yerlerde insanlar için çırpınıp durmuşlar bu dünya üzerinde ama bu koskoca dünyaya sığamamışlar. İnsanlar adalete ve sağlam düzene olan susamışlıkla ve yeni gerçekler için hâlâ umutla, dört gözle bekliyor.